Bursa Tarihi
Bursa ve Çevresi
Bursa'da Tarihi Yapılar
Bursa'ya Dair
Bursa'da Ünlü İnsanlar
Bursa Müzeleri
Bursaspor
Bursa Doğal Güzellikler
Uludağ ve Dağ Turizmi
Bursa Kaplıcaları ve Termal Turizm

BURSA TARIHI | 1855 BURSA DEPREMI

1855 Bursa Depremi ya da Kıyameti Suğra; Dibace yıkıldı.

Mart ayının biri ve günlerden Çarşamba idi. Yine horozların her haneden yükselen ötüşlerinin ardından sabah ezanlarının çağrısıyla insanlar sıcak yataklarından çıkıp camilere doldular. Namaz sonrası cemaat, yine ayaküstü sohbetler etti. Yaşlılar evlerine gittiler, Esnaf ve sanatkârlar mağazalarını açtılar. Sürüler, çobanları başlarında, itleri yanında, eşeklerin birbirlerine seslenişlerinin eşliğinde; keşiş dağının eteklerine doğru otlamaya, yola çıktılar. Müderrisler; mollalar, çocuklar, gençler derslerine gittiler. Atına, katırına binmiş bağbanlar ve bostancılar, yakın bahçelerine doğru yola koyuldular.

Güneş o hayran bırakan dakikliği ve düzeniyle, sükûnetle yükselip ovaya ağmaya devam ediyordu ki... Saat dokuzda, yıllarca "Kıyamet-i Suğra" olarak anılanacak olan ve gerçekte bir dakika süren; lakin yaşayanlara çok çok uzun gelen zelzele başladı. Deprem önce güneyden kuzeye doğru birkaç saniye sürdü; sonra korkunç bir uğultu ile gök gürültüsü gibi aksederek, yaklaşık kırk saniye şiddede devam etti ve muhtelif sarsıntılarla sona erdi, gürültülerle, âh u efganlarla şehirdeki halk paniğe kapılarak kaçıştı.İstanbul'da dahi hissedilmiş sarsıntılar.
Sarsıntılardan sonra; halk, korku ve dehşete kapılarak avlulara, bahçelere ve meydanlara toplandı. Büyük panik geçtikten sonra kadın ve çocuklar ağlıyor ve dua ediyorlardı. Erkekler, koşarak evlerine gittiler. Herkes dağılmıştı. Deprem sırasında depremin gürültüsünün yanında dağlardan kopan kayaların uğultusu, yıkılan evlerin, büyük ve meşhur binaların, camilerin, hamamların, hanların, depoların, minarelerin korkunç gürültüsü duyuldu.
Şehrin her yerinde ve bilhassa Altıparmak'ta, Hisar dibindeki Rumların, Balıkpazarı Mahallesi'nde epeyce ölüm oldu. Çünkü dağlık burundan muazzam bir kaya parçası, erkek işçilerle birlikte, otuzdan fazla kadın ve kızın da çalıştığı, ipek fabrikasının üzerine yuvarlandı. Kazanın patlamasıyla bina tutuştu. Enkaz altında sağ kalanların bağırış ve figanları yükseliyordu.

Bu korkunç felaketi yaşayanlar ve ölüleri görenler, hıçkırıklara boğularak ağlıyordu. Kurbanların yardımına yetişmeye çalışılıyor fakat muvaffak olunamıyordu. Dağdan daha büyük bir kaya parçası koptuğundan, her an aşağı düşme tehlikesi vardı. Kimse yaklaşmaya cesaret edemiyordu. Nihayet ateş binayı ve içindekileri yuttu ve çığlıklar sona erdi. Hisariçi genelinde büyük bir tahribat olmadı. Birçok insan köhne evlerin ve sair binaların kalıntılarının altından çıkarılıp kurtarıldılar. Daha sonra şehrin yaraları sarılmaya çalışıldı. Aileler uzun zaman çadırlarda kaldı. Halk arasında korku ve endişe henüz tamamen geçmemesine rağmen, bir ay sonra herkes meskenlerine dönerek; ev, çarşı ve fabrikadaki şahsi işleriyle uğraşmaya başladı
.
12 Nisan gecesi, birçok kimse çarşıdan ve işyerinden dönüp, yemekten sonra evlerinde istirahat ederken, ezani saatle saat birde, (Akşam ezanından bir saat sonra) tekrar şehirdeki bütün halk arasında, korku ve büyük endişeye yol açan deprem başladı. Depremin ilk darbesi hafifti, fakat bir dakika kadar geçtikieıı sonra, çok şiddetli olarak tekrarlandı ve on saniyeden fazla sürerek, yeraltından uğultular ve gürültüler geldi. Topların korkunç gürültülerle, toprağın altını sarstığı intibaını uyandırıyordu. İlk sarsıntılarda fena bir koku da her tarafa yayıldı sonra azalarak kayboldu.

Herkes evlerinden, hanlarından ve kapalı çarşılardan dışarı kaçışıp, meydanlara ve bilhassa bahçelere toplanmaya başladı. Bulutlardan hafif yağmur inmekte ve insan çığlıklarıyla ah u efgan göğe çıkmaktaydı. Erkek, kadın herkes, Allah'a yalvararak hıçkırıkla ağlamakta idi. Hele çocuklar... Onların hazin ahu zarları dehşetle birleşerek mahşer gününü andırıyordu.

Kışın sonu olmasına rağmen, birçok ailenin mangalı, tandırı ve sobası sarsıntılardan devrilerek muhtelif yerlerde yangınlar çıkardı. Bunların en büyüğü Kayağan Çarşısı'nda vuku buldu. Yangın birçok kola ayrılarak ve yer yer şiddetlenerek, ateşten sütunlar gibi göğe yükseliyordu, Bursalıları ikinci bir ümitsizliği sevk etti. Bazı taraflarda yer çatlayıp hendekler açılmıştı. Yıkıntılar sokakları doldurarak, geliş-gidişi aksattı. Setbaşı Köprüsü tamamen yıkıldı; Irgandı'nın dükkânları harap oldu.

Bu sebeple bilhassa Ermenilerin, Gökdere'nin bir tarafından diğer tarafına geçmesi imkânsız hale gelmişti. Büyük Çarşı yangını ise, derenin sol tarafında idi. Bir yönden sarsıntıların devam etmesi ve yeraltı uğultuları, diğer yönden de halkın çığlıkları ve ah u figanları, yangınların ve yıkılan binaların çatırtıları, ahaliyi çok korkuttu. Hiç kimse bulunduğu yerden uzaklaşmaya  esaret edemiyordu. Bilhassa kadınlar ve çocuklar çığlık atarak, erkeklerin ve sevdiklerinin başka yerlere gitmelerine müsaade etmiyorlardı. Diğer taraftan yangın, Büyük Çarşı'nın bütün dükkânları ile birlikte bütün şehri tehdit ediyordu. Bu felaket, zanaatkarların ve dükkâncıların son nefesini de tüketiyordu. Bu meyanda, yıkılan Kayağan Camiî'nin Batı tarafında bulunan kahvehanede yandı.

Dükkân sahipleri ve zanaatkarların içi yanıyordu. Bu sebeple, birçok kimse geceyarısı; sanki akıllarını kaybetmişçesine sarsıntı ve yıkıntıları görmezden gelerek, çarşıya yangın taraflarına doğru gittiler ve canla başla ateşi söndürmeye çalıştılar. Diğer taraftan, yıkıntıların altında sağ kalanları kurtarmaya gayret sarfediyorlardı. Yıkıntı altındakiler, "Bizi kurtarın" diye haykıyordu. Bazı yerlerde, artık yanacak bir şey kalmadığı veya yüksek duvarlara, kârgir hamamlara ve yıkık hanlara rastlandığı için, yangın kendiliğinden sönüyordu.

Şafak söküp, güneş doğduktan sonra yolları ve herşeyi görmek mümkün oldu. O zaman, herkes yangın mahalline gitti. Yardımlar çoğalıp, ümitsiz gayretler sarfederek, on sekiz saat süren tahribattan sonra, birçok yere yayılan ve büyük zararlara sebebiyet veren yangın söndürmeği başardılar. Canlar-bitkin, güçlü-kuvvetli; kollar ise, tarifsiz yorgun ve takatsiz haldeydiler. Buna rağmen; kendi derdini bırakıp, cefaları hiçe sayarak, tekrar harabelerden yarı canlı kimseleri ve tanınmaz hale gelen, ezilmiş veya yarı yanmış cesedleri; şuuru yerinde olanları ve olmayanları meydana çıkardılar. Keza, çadırlar kurdular veya çadır bezlerini açık meydanlarda veyahut bahçelerde gererek, aileleri barındırdılar. Dört, altı veya sekiz aile birden dar bir yerde, bir tek çadır altında sığınmışlardı. Mahdut miktarda bazı kimseler, evlerinde oturmak cesareti gösterdi.

Deprem haftalarca devam etti ve sevdiklerini kaybedenlerin yürekler sızlatan âh u zarı sona ermedi. Bu defa hanlar,minarelerin üst kısımları, camiler ve birçok hamam, sayısı ev ve dükkân, yananlar hariç, yıkılıp, harap oldular. Aylarca yanık kokusu kaybolmadı. Bazı yerlerde yeni çeşmeler peyda oldu; bazı yerlerde çeşmeler kurudu. Mart ayında vuku bulan birinci depremden sonra, kurumuş olan ve Kükürlü denen kaplıcanın erkekler ve kadınların kullandığı iki hamamın suyu yeniden ve daha bol akmaya başladı. Kırlarda bile, korkunç görünümlü çatlaklıklar açılmıştı. Bazı cesim ve yaşlı ağaçlar devrilmişti. İkinci sarsıntıda tamamen yıkılan önemli binalar, Davullu Camiî, Hisardaki Manastır Camiî ve Kayağan Camiî oldu.

Valilik ekmek ve gıda ihtiyaçlarını derhal temin etti. İstanbul'da şimdi İstanbul Valiliği olan, Babıâli; yani başbakanlık binasında Bursa depreminin raporunu alan Sadrazam Keçecizade Fuad Paşa çok üzüldü. "Eyvah, Osmanlının Dibacesi yıkıldı." dedi. Vezirlerin yüzü kederden kapkara oldu. Sultan Mecid'in başkanlığında Divan toplandı. Hükümet kararı ile kazazedelere yardım yetiştirmek üzere harekete geçildi. Derhal çadırlar; para, ilâç ve sair ihtiyaç maddeleri gönderildi. Hiçbir ayırım veya ihmalcilik yapmadan, bütün milletlerin muhtaç ailelerine dağıtıldı. Bursalıları teselli etmeye gayret sarfedildi. Göç etmek isteyenleri, İstanbul'a ücretsiz nakletmek için, iki gemi tahsis edildi. Birçok kimseler de civar şehirlere, Bandırma, Kütahya gibi yerlere, hicret ettiler.

Bu felâket günlerinde, Bursa'da dolaşan asılsız şayialar, halk arasında yeni endişelere ve ümitsizliğe sebeb oluyordu. Güya; yerin hareketlerini bilen âlimlerin kehanetlerine göre, Bursa şehri tamamen yerle bir olacaktı. Bir gün, mülkî idarenin münadileri halkı meydanlara; Büyük ve Küçük Teferrüc'e, Büyük Mezarlığa, Çamlıca'ya, Kurdoğlu Mezarlığı'na, Işıklar'a, Bademliye, Atıcılara, Acemler'e ve sair yerlere çıkmalarını bağırdı. Birçok kimse Yunus Peygamber gibi şehrin harap olmasını bekledi.Fakat akşam, söylentilerin mesnedsiz olduğuna kanaat getirerek, karanlık bastıktan sonra, halkın bir kısmı evlerine, birçok kimse de çadır ve kulübelerine döndüler.

Bir ay sonra sarsıntılar tedricen azaldı. Bazı insanlar evlerine döndüler. Fakat çoğu, yaz mevsiminin sonuna kadar çadır ve ahşap barakalarda kaldı. Kış mevsiminde hiç kimse açık havada, ikamet etmedi. Evlerinin taşlık ve üstündeki ahşabın sağlamlığına inanan kimseler, evlerine yerleştiler.

Dr.Nazım İntepe Beyefendinin
Dibace isimli eserinden

 

Ulu Cami'nin Kubbeleri Çöktü

Yirmi kubbeden on yedi tanesi tamamen ya da kısmen çöktü; şadırvanın üstündeki kubbe zaten açıktı. Mihrabın üstü kubbe ve kuzey batı köşesindeki kubbe çökmedi. Bu iki kubbenin dört köşesine bakarsanız bugün bile diğer kubbelerin köşe bağlantılarından farklı olduğunu göreceksiniz. Batı minaresi kaidesine kadar, kuzey duvarı, taçkapı dâhil tamamen yıkıldı. Doğu minaremiz yıkılmadı.
Dünyada bir benzeri daha olmayan, bir söylentiye göre Kur'an ayederinin sayısına nazire olarak 6666 parçadan yapılan, yapımında çivi ve tutkal kullanılmayan, birbirlerine sert geçmelerle yani kündekâri ahşap işi olan mimberimiz ayakta idi. Altın varaklarla yaldızlanan mihrabımız yıkılmamıştı.
Anlamıştık ki, Osmanlı'nın dördüncü Beyi o şanlı, fakat talihsiz sultan Yıldırım Bayezid Han'ın samimi duygu ve düşüncelerle yaptırdığı Ulu Cami gelecek nesillere de kalacaktı. Onların da öğüncü, güçlerinin sembolü olacaktı. Yapılan bu ulu mabet ve abide Devleti Aliyeyi Osmanî ve yüce dinimizin büyüklüğünü daha yüzyıllarca gelen geçene söylemeye devam edecekti.

Ulu Cami Yeniden İnşa Oluyor
Aylarca geçtikten  sonra İstanbul'dan mimarlar, usta ve kalfalar gelerek, caminin; duvar payanda ve yıkılmayan kubbelerini incelediler. İçerideki enkazın boşaltılmasına başlandı. Valimiz Namık Paşa, bizzat sırtında enkaz taşıyarak işçilerle birlikte çalıştı. Günler süren çalışmalar sonunda, caminin içinde biriken molozun bir kısmının çıkarılmayarak tabana yayılmasına, bu şekilde zeminine katkı yapılmasına karar verdiler. Kubbelerimden kalan düzgün taşları düzgünce yerleştirerek zemini tesviye ettiler. O zaman, zemin 30-40 santim kadar yükseldi.
Mimar ve ustalar da duvarları ve kubbeleri tek tek ele alarak sağlam yerine kadar inip, oradan yeniden ördüler. Her paye ve duvar yoğun emek sarfedilerek aylarca süren çalışmayla aynı önceki şekline getiriliyordu. Üç yıl sonra ise duvarlar ve yirmi kubbe tamamlanmıştı. Pencereler eskisinden de güzel, yeni camlarla yuvarlak alçılanarak yerlerine konuldu. Her gün bir eksik tamamlanıyordu. Havuz tekrar bağlandı ve fıskiyeler şakırdamaya başladı. Halı ve kilimlerle yerler kapatıldı. Artık tam ibadete açılmıştı. Yapılan kubbeler, duvar ve pencerelerden sonra cemaatin gözleri caminin içinde harap olan hatlara bakmaya, yok olan levhaları aramaya başladı. O yıllarda caminin baş imamı Hafız Nurettin Efendi idi. Büyük dedeleri Buhara'dan gelmiş olduğu için "Buharı" diye de anılan Nureddin Efendi, cuma hutbesini irad ettikten sonra İstanbul'dan dönen Müftü Abdürrahim Efendi'nin getirdiği müjdeli haberi minberde cemaatle paylaştı.
- "Burusamız'da vaki olan büyük zelzelenin tahribatının şehrin ve abide eserlerin tamiratı mevzuunda, Padişah efendimiz Abdülmecid, Burusa şehir eşrafını geçen cuma kabul ettiler. Bizi alakadar eden husus; tamir edilen kubbeler, pencereler ve duvarlardan sonra batı minaremizin de derhal dikilmesi ve Ulu Cami'mizin en önemli özelliklerinden olan hüsn-ü hat levhalarının yeniden ikame edilmesi üzerinde durulmuş olmasidir.
Babı Ser askerinin (o zamanki genelkurmay başkanlığı, şimdiki İstanbul Üniversitesi'nin tarihi kapısı) emsalsiz celi ve sülüs yazılarını yazan ve hem dahi, Kudüs'teki Kubbe-i Hadra'nın kuşağındaki fetih suresini ve dahi Edirne Selimiye Camiî kubbe kuşağındaki hüsn-ü hadarı yazan, hat sanatının yaşayan en büyük icracısı Hattat Şefik Efendiyi huzuruna çağırıp, "Elindeki en müsenna, mümtaz levhaları Burusa'mızdaki Ulu Camiî Şerife götürmeleri, Burusa'da iktifa edecek kadar ikamet edip duvarlardaki Esmayıhüsna'yı mücella hale getirmelerini" emir irade buyurmuşlar." Cemaatte sevinç ve merakla bir dalgalanma meydana geldi.
Hafız Nureddin Efendi devam etti, "Hepimize müjde olsun ki bu üstad-ı azam şehrimize gelmek üzere hazırlanmakta ve elindeki en güzel levhaları getirmek için toplanmaktadır."

Ulu Cami Yeniden Levhalarla Şenleniyor
Camiye hat yazacağı konuşulan sanatkârlar Osmanlı memleketinde onlarca harika sanat eserlerine imza atarak ustalığını ispatlamış; medresenin, meşihetin, hat üstadlığını kabul ettiği kişilerden idi. Tabii ki kimsenin çırak ya da kalfalık döneminde Ulu Camiye hat yazmasına izin verilmezdi. Büyük üstadların çoğu İstanbul'da yaşıyordu. Ancak Padişah'ın ya da ileri gelenlerinin ricalarıyla, şereflerine uygun iltifatlarla, başka şehirlerde yazıyorlardı. Bu ustaların Ulu Cami'de hat yazacağı ya da hatları tamire geleceği haberi Bursa'da yayıldı. Halk bu söylentileri coşkuyla karşıladı. Kimi de ihtimal vermedi. "O üstad çok yaşlı, gelip burada aylarca iskele üstlerinde çalışamaz" ya da "O üstadın öldüğünü duymuştum; herhalde onun üslubunu takip eden bir talebesi gelecektir." diyorlardı.
Gerçekten de, bir hafta sonra on beş kişilik kalfa, çırak ve yardımcılarıyla, Üstad Hattat Şefik Bursa'ya teşrif etti. Bursa'nın "Varlık kâtiban, hattat Ve şâkirdan takımı" bu yaşayan efsaneyi görmek, sesini ya da mümkün olursa hüsnü hatta dair fikirlerini duymak için grup grup geliyorlardı. İstanbul'dan inşaat heyetleri de geliyordu. Gelenler,1856 yılında gayrimüslimlere daha çok hak tanıyan bir "Islahat Fermanı" yayımlandığını söylüyorlardı. Bunu eleştirenler de oluyordu. Ancak doğrusu o zaman Bursa sadece kendi derdine bakabiliyordu.
Bu aksakallı, gür kaşlı, konuştuğu zaman tane tane anlatan, bakarken eşyanın en ince teferruatını, etrafını hatta arkasını bile görüyor kanaati uyandıran üstad Şefik, ışıl ışıl yanan gözleriyle caminin her tarafını inceledi. Sonra beraber getirdiği paketlerin açılmasını söyledi. Her birinin yerlerini göstererek doğru asılmalarının talimatını verdi. 7-8 metre boyunda, 3 metre genişliğinde sade sarı yaldızlı boyayla boyanmış bir çerçevede etrafı su yolu motifi ile çevrilmiş siyah zemin üzerine nadide bulunur güzellikte hüsnü hat harikası bir levha açtılar."Divan" yazı şeklinin çok tatlı istifli bir tatbiki idi. En baştaki harften en sondaki harfe kadar düzenli ve sıkı bir tarzda yazılmıştı. Harflerin hepsi aynı üsluptaydı ve gerçekten çok tatlı görünüyordu.
Altında ve üstünde bir takım çıkışlarla çok merak verici( çekici bir levhaydı. Bunun bir kuru nakış değil, manâlı bir beyit olduğunu düşünmek daha da bir merak ve hayranlık uyanılın yordu. Yazının altında 1275 (1856) ve sol ucunda "Ketebehu Şefik" diye hattatın çok güzel bir imzası vardı.
Hattat Şefik Bey'e bu eserin anlamı sorulduğunda:
Hattat Şefik Bey binlerce deneme sığdırdığı onlarca yıllık tecrübesiyle, yüzlerce saat el emeği ve göznuru verdiği levhasını bir ummana bakar gibi baktı. Başında geçirdiği sayısız gecelerin uykusuzluğunu, hiç hata yapmadan ve taşırmadan yazdığı yüzlerce harfin taşıdığı san'atı, mânâyı hangi sözlere anlatacağının acizliğini duyarak nereden başlayacağını, ne kadarını, nasıl ifade edeceğini düşünerek konuşmaya başladı:
"Kusursuz bir eser meydana getirmek nasıl bir iştir? Ben bir levhanın, minyatür ya da resmin kusursuz olması için ne kadar çok dikkat ediyorum; tasvir, terkip ve cehd ediyorum da sonunda bir eser vücuda geliyor.
Kâinatın ve tabiatın Sani-i Hakîm'i (ilim ve hikmet sahibi yaratıcısı, sanatkârı) ve musavviri (tasarımcısı) milyarlarca çeşit yaprak; çiçek, meyve, böcek ve kuşu; canlı, cansız mevcudatı bir "ol" emri ile nasıl yaratıyor?" Bunları bir fikredelim diye, bir kıyaslama yapalım diye, çeşitli kabiliyetlerle yarattığı sanatkâr kullarına; hüsn ü hatt, minyatür ve tezhib gibi eserler yaptırtıyor.
İnsanların bu eserlere bakıp "En büyük sanatkârı" anlamaları için sanatları icra ettiriyor." derin bir nefes aldı:
"Bu levhamı üç yılda tamamladım. Etrafındaki çiçekli su yolunu tezhipci Arif Bey yaptı. Onun milim milim nakışladığı o resim üç yılın içinde değildir. Önce yazıp sonra suyolunu yaptırdım. Arif Bey çiçekli suyolunu altı ayda itmam etti."
Hattat Şefik Bey bir nefes daha alıp etrafındakileri süzdü:
"Mânâsına gelince, biliyorsunuz Hazreti ibrahim, Cenabı I Hakk'ın "Halilim"; yani "Dostum" iltifatına mazhardı. Büyük melekler, naz makamıyla Allah-u Azimüşşan'a sormuşlar: "Ya-rabbi; biz meleklerin seni daim zikreder, rızandan milim çıkmayız; bizlere değil de niçin İbrahim kuluna "Halilim" buyurdunuz? "Cenabı Hak, hikmetiyle: "Varın gidin ibrahim'in yanında beni zikredin; kendiniz görün, bilin." buyururlar. Melaikelerden ikisi yeryüzüne Adem kılığında iner ve ibrahim'i mallarının başında bulurlar. Hazreti İbrahim hiç tanımadığı haşmedi iki vabancıyı yanında görünce; hatta onların melek olduklarını ve melekût âleminden geldiklerini de hissederek, Allah'ı çok kapsamlı ve manâlı bir şekilde anarak, tevekkül ile Allah'a sığınmış. "Tahassamtu bi zilmeleki vel melekût va'tesemtu bi zil izzet-i vel ızamti vel Kibriya i vel ceberut ve tevekkeldi alal heyyillazi la yenemu vela yemüt." demiş.
Bunun karşılığında da Adem kılığındaki melekler: "Subbuhün kuddüsün ve rabbüna ve rabbül melaiketi verruh. Allahü rabbi la şerikeleh" diye muazzam bir tesbihat ile Allah'ı Tealayı övüp andıklarında, İbrahim, onların çok hayırlı kişiler; hatta melekler olduğunu iyice anlamış. "Bu tesbihatı hiç duymamıştım, Rabbimi bu kadar güzel anan sizlere mallarımın yarısını bağışlıyorum; tekrar edip bana öğretirseniz tamamını bağışlayacağım" demiş. Melekler insanoğlundan böyle bir âdemin çıktığına hayret edip: "Allah'ı anmaya meleklerden daha iştiyaklı." diyerek, Allah'ın İbrahim'e neden "Halilim" dediğim anlamış ve tekrar göğe yükselmişler. Yazının yukarı] doğru incelerek sonlanması bu sebeptendir. Levhadaki yazıt üstündeki işaretler:, gök ehlinin bu konuşmaları dinlemelerin ima ediyor."

Şefik Bey'in getirdiği levhalardan bir diğerini doğu duvarının hünkâr mahfiline yakın tarafına, iki pencerenin üstüne, astılar. 3.5 metreyee 7.60 metre ebadında, o duvara büyük bir zenginlik kazandıran dev bir levha idi. Çerçevesi yaldız ve siyah bir boya ile boyanımış, içinde güzel bir suyolu resmedilmişti, Ortada levhanın tamtamını dolduran nefis bir sülüs yazıyla ve harekeli olarak "Allahu velîyyut tevfik" yazıldı. Yazının altına 1275 (1856) ve kettebehu Şefik imzası yazılı idi. Bu levha da Şefik Bey'in Ulu Camıi'ye büyük bir hediyesi oldu.
Şefik Bey'in bir levhası da 160 santimlik; siyah boyalı, araları zarif yaldızlı, içinde çiçeklerle süslü nesih harekeli bir yazı ile üstte girift, "Kalallathu teala fi kitabihil kerim" altta da "Velev hı iz dehalte kulta hasibık Allah ma şa'a lâ kuvvete illa billâh" yazılı levhaydı. Sonunda yine girift "Sadakallah ül azim" ve "Ketebehu Şefik" imzası vardı.. Onu da kuzey duvarına astılar.
Caminin müezzinlerinden Sadullah Hoca, Şefik Bey ile gece gündüz ilgilemiyordu. Üftade Hazretleri'nin türbesini ziyaretten dönerken yolda bir zaman Camiî Kebir'de yani Ulu Cami'de müezzinliik yapan Üftade Hazretleri'nin "Ya camiel kebir veya mecma;al kibar, Tuba limen yezurüke filleyli ven-nehar." (Ey büyük cami veya büyüklerin toplandığı yer, seni gece ve gündüz ziyaret edenlere müjdeler olsun) mânâsındaki beytini okudu. Hattat Şefik Bey; yıllardır ruhunda duyduğu bu mânâyı, hem de Üftade Hazretleri'nden, duyunca çok heyecanlanarak:
-    "Bu beyti Cami-i kebire giren herkese duyurmak için yazacağım inşallah" dedi. Sadullah Hoca buna çok sevindi ve:
-    "Efendim, size caminin içinde küçük bir atölye hazırlayalım, zaten tashih ve tec'il (cilalama) işleri için böyle bir yer gerekiyordu" dedi.

Hüsnü Hatlar Yeniden Yazılıyor
Böylece hünkâr mahfilinin altında Şefik Bey'e bir atölye hazırladılar. Batı kapısından girişte ilk karşılaşılan ayağın üzerinde asılı duran 45'e 175 cm'lik levhada Üftade Hazretleri'nin mezkûr beyiti yazıldı. Bursalı müzehhip Ali Rıza Bey'in hazırladığı yaldızlı çiçeklerle süslü bir suyolunun ortasında nefis bir nesih ile altında, " Ketebehu Şefik 1277 (1858)" imzası ve tarihi yazılıdır.
Şefik Bey Bursa'da bir yıl kaldı. Bu bir yılda Ulu Cami duvarlarındaki; silinen, karışan "Esma-i Hüsna"ları yeniledi. Kalfa ve çırakları merdiven ve tezgâhlardan hiç inmediler diyebilirim. Şefik Bey her gün camiye gelir, 2-3 vakit camiden çıkmaz bütün yazılarla tek tek ilgilenirdi. 65x70'lik ebatiarda, siyah zemine sarı boya ile yazılı "Allah celle celaluhu" ve bir de "Muhammed aleyhisselam" yazılı iki sülüs hat levhasını daha hediye etti bu mekâna. Altlarında yine "Ketebehu Şefik" yazılıdır.
Şefik Bey yeni ve ebad olarak "büyük" hatlar yazmak istiyordu. Hatta yerlerine bile karar vermişti. Fakat İstanbul'da biriken işlerin, dönmesini zaruri kıldığını söylüyordu sık sık. Şefik Bey bir yılın sonunda İstanbul'a döndü. Ulu Cami'deki duvarların, Esma-i Hüsna'nın tamirini, tecdidlerini usta kalfalarına bırakmıştı.
Ulu Cami tekrar Bursa'lıların ve uzaklardan gelenlerin birini ziyaretgâhı olmuştu. O ramazan ayı da hıncahınç cemaatla dolarak, özellikle de gündüz hatimleri ve vaazlarla, eski günlerinin ihtişamım yakalamıştı. Hocalar, her ramazan olduğu gibi, vazife taksimi yaptılar. Vaazlarda: "Cemaat; teravihi namaz sureleriylı Kur'an'ın son on kısa süresiyle, kıldıracağız. Bilmeyen takip ederek ezberlesin. Her vakit, kırk hatim mukabelesi yapacak bir cemaat bulabilirsiniz; hatimlere devam edin. Hatimle teravih; İsmail Hakkı, Kayhan ve Emir Sultan Camileri'nde kılınacak." diyerek, her sene söylemeyi adet haline getirdikleri uyarıları tekrarladılar.

Bir sene sonra Şefik Bey Bursa'mıza; dolayısıyla Ulu Cami'ye tekrar geldi. Ve hemen bıraktığı yerden işe başladı. Şefik Bey, zamanın en büyük hat üstadı olduğunu göstermek ister gibi, gayretle yeni yazılar yazıyordu.Cemaatin ve hat sanatkârlarının  dikkat ve hayretini çeken birçok yazı tarzı kullanıyordu. Divan tarzı harikulade nefis levhasından başka, sülüs ve nesih yazıları tarzını uygulamıştı. Şimdi de, kuzey duvarın payesine, ta'lik tarzda (Havada asılı duran demekti. Günümüzün soyut resmi gibi ilginç bir tarzdı.) bir yazı çalışmasına başlamıştı. Yukarıdan aşağıya, hiç anlam verilemeyen kara benekler, çizgiler çiziyordu. Önce tasvirlerini, sonra isli, kara mürekkeple asıllarını yazdığı bu yazısını bitirinceye kadar cemaat bir şey anlamadı.
Hâlâ ilk günkü gibi, ziyaretçilerin hayranlığını kazanan bu hattın bir müsenna; yani karşılıklı ayna görüntüsü, simetrisi olduğu anlaşıldı. "Nurun ala nur" karşısına da aynı yazı tersine yazılmış. "Ala" kelimesinin uzantıları ile karşılıklı nefis bir motif elde edilmiş. Hattat Şefik Bey, bu müsenna yazının üstüne ayetin devamını tek olarak "Yehdi Allahu li nurıhi men yeşaa", altına da yine talik; fakat daha küçük harflerle "sadakallahülazim" yazmış. En alta, daha da küçük bir halde "al fakir Şefik" yazmış; fakat tarihini yazmaya gerek görmemiş. Bu tarihin, kaldığı yıl olan, 1860 olduğunu ben söyleyeyim.
Baş imam Hafız Nureddin Efendi, sık sık Şefik Bey'in yanında kalırdı. Hem teşekkürlerini bildirir hem de tarihi, tasavvufi sohbed yaparlardı. Kendisinden Bursalı hattatlar için izin istedi.
-    "Üstadım, izin verirseniz Bursalı hattat Hasan Hüsnü Bey ve şakirtleri sizin tasvir çalışmalarınızı takip etmek istiyorlar." Şefik Bey gayet samimi olarak:
-    Tabi ki ben de bundan iftihar ederim.
-    Haddimizi aşmak olmazsa, nazarî ders irad buyurmanızı da arzu ederler.
-    Memnuniyede. nazarî (teorik) dersten maada (başka) ta'lim (uygulamada) müşkilatı olanlara da yardımcı olurum.
-    Efendim, Bursa'nın hattatları bu habere çok çok sevinecekler.
Gerçekten de ertesi gün Hasan Hüsnü Bey, Mustafa Şerif Bey ve Muhammed Bey; kalfa, çırak ve şakirtleriyle geldiler. Selamlaşıp kendilerini tanıttıktan sonra Hasan Hüsnü Bey:
-    Lütfunuz bizi fazlasıyla memnun etti üstadım. Rahatsız etmeden ve mani olmadan, şakirtlerimizle birlikte sizi takip edeceğiz. Şefik Bey:
 
-    Sadece takip yetmez, eli kalem tutanlara talim de ettiririm. Suallerinize cevap vermeye çalışırım.
Şefik Bey, Hafız Nureddin Efendi'ye, Ulu Cami'deki emsalsiz yazılara refik olacak yazılar düşündüğünü söylüyordu. Özellikle de doğu duvarındaki, hünkâr mahfiline yakın asılan, büyük levhaya karşılık olarak o büyüklükte bir yazı lazım geldiğini söyledi. Hafız Nureddin ile beraber yürürken pencerelerin üzerini eliyle göstererek:
-    Bu doğu duvarındaki 8-9 metre genişliğindeki boşluğa (daha doğrusu ortaya çıkan boşluğa) büyük bir yazı planlıyorum. Saha geniş olduğu için harekeli ve oldukça büyük harflerle yazılmalı" diye tarif ediyordu.
-    Yazacağınız yazı belli mi efendim?
-    "Ve inneke ala Huligin azim" ya da "Re'sul hikmeti me-hafetullah" veya "Esselamü aleyke ya resul Allah" sözlerinden birini düşünüyorum.
-    Üçünün de harf ve istifi nefis durur efendim.
-    Hasan Hüsnü Bey'in fikrini de soralım; çünkü onun kalfalarının yamaklığı gerekecek.
Yere serilen kâğıtlardaki nefis sülüs yazılı kâğıt ile duvarın ebadları nispetlenecek misli alındı. Duvara yazılacak harflerin boyutları hesaplanıyordu. İlk harf ile son harfin yerleri, alt çizgi ile üst çizgi 240 cm'ye 760 cm olarak belirlendi. Bu şekilde doğu duvarının güneyindeki levha ebadında bir hat yazılarak mukabil denge sağlanmış olacaktı. Kâğıttaki istife riayet edilerek, günlerce sürecek olan yazma işi başladı. İstifi ve vezni bozmamak, taşkın ve sapma yapmamak için olanca dikkatleriyle, gözleri ve parmakları arasında ayrı bir sinir sistemi geliştirmişler gibi hassas yazdılar. Sık sık 20 metre geriye gidip uzun uzun gözleyip yazıyorlardı.
Bütün harfler, harekeler yazıldıktan sonra yan kâğıtları ve tezgâhlan söktüler. Hikmetin (ilimlerin) başı, Allah korkusu (saygısı)'dur anlamında "Re'sul hikmeti mehafetullah" hüsn ü hatt'tı çıktı ortaya. Yazının altında dağınık vaziyette 1279 (1860-61) tarihi ve Ketebehu Şefik imzası vardı. Bu yazının altında da muhtemelen Şefik Bey'in talimiyle genç kalfalara yazdırdığı hattı gördüm. 110 cm'ye 200 cm ebadındaki bu hat: "El cemaatü rahmetün vel fırkatü azab" (cemaat rahmettir ve ayrılık azaptır.) sözünden mürekkepti. İmza ve tarih yazılmamıştı. Herhalde genç hattadar isim yazmaya hicap etti ya da çok hattat uğraştığı için hiç birinin ismi yazılmadı.
Şefik Bey'in dikkati sık sık Katipzade Hasan bin Mustafa'nın 1192 de (1778) yazdığı tuğra şeklindeki yazıya takılıyordu. Batı duvarının güney köşesindeki iki büyük pencerenin üstünde yer alan, 6.5 metre genişlik ve yükseklikte olan bu yazı "Şefaatim ümmetimden büyük günah işleyenler içindir" mânâsındaki "Şefaati li ehli kebairi min ümmeti" hadisi idi. Çok hayretengiz, harika bir girift hat ile yazılmıştı. Şefik Bey; yüzünü bu yazıya dönmüş, sırtını yazının karşısındaki payeye yaslamış otururken, Nureddin Hafız ile Bülbül Hafız namlı sermüezzin (başmüezzin) Abdullah efendi ve hattat Muhammed çıkageldiler. Hafız Nureddin'in selamıyla daldığı yazıdan çıkan Şefik Bey, arkadaşlarına yere oturmalarını işaret etti. Yazıyı göstererek:
-    Çok güzel yazılmış bir yazı. Yüz sene önce tuğra türü hüsn ü hatt çok makbul idi. Sonra, sadece padişah tuğralarına has kılındı. Layıkı da odur. Ulu Cami'ye o zamandan hatıra kaldığı iyi olmuş, çok ihtişam veriyor, dedi. Sonra aynı duvarın kuzey köşesini göstererek:
-    Şu "Vavvat" yazısı çok hasar görmüş. Hattat onu, bu tuğra yazısına denge olsun diye 6 metre genişliğe 5 metre yükseklikte yazmış. Ortadan kaldırmak uygun olmaz. Tamir etmemiz gerek. Padişahın irade ve emri de bu yönde.
Hattat Muhammed'e tebessüm ederek devam etti:
-    Kolları sıvayalım, kalfaları tezgâhlara çıkaralım,derim ustam.
Hattat Muhammed bunu iltifat kabul etti. Mahcubiyeti yüzü kızarmış bir şekilde:
-    Emriniz olur üstadım, dedi.
İki üç ay, karşılıklı olarak birbirine giren iki vav harfi ile oluşmuş dört vavdan ibaret "Vavvat" ile sağındaki kırmızı dım içine yeşil kufi yazıyla "Allah'ın selamı üzerine olsun, Nebi d<m ki" mânâsında "Kal en nebi aleyhisselam", sol taraftaki yayının şekli ve rengiyle uyumlu bir şekilde "Allah'ın Rasulü doğrıulın doğru söyledi" mânâsında "sadaka Rasulullah" yazdılar. Saatler ce, atölyede ya da tezgâhın altında, yere serili müsveddeler üs tünde çalışarak düzeltmeler yaptılar. Bu düzeltmeleri Şefik üstada onaylatmayı ihmal etmediler. Hattat Muhammed ve kalfaları sonunda yazıyı tamamladılar. Sıra dev vaVlar arasına yazılacak "Vav" lardan (yani "vallahi" gibi yeminlerden; vekâlet, valilik gibi ağır mesuliyet gerektiren işlerden) korkun" mânâsındaki "Ittaku vavvat" yazısına gelmişti. Şefik Bey, bunda çok titizlik gösterdi; çok kere sil yaz yaptılar.
Şükür ki harika bir şekilde tamamladılar. "Vavvat" yazısının tam altına, çok güzel siyah talik bir yazı ile, şöyle not düştüler, "Bu hatları (padişahın) emri ile tezhip ve tashihini heman, Eyledi icra Muhammed ile Şefik natuvari" eski hattatına saygı göstererek başka imza ve tarih yazmadılar. Sadece bu türkçe beyiti yazıp çizgiyle çerçevelediler. Doğrusu çok da iyi yaptılar.
İstanbullu olan ve orada yaşayan, sarayın ser sikke kenânı "paralara sikke yazıp basan ustaların başı" Abdülfettah Bey Ulu Cami'nin âşıklarındandı. Maksem'de (Bursa'nın sularının depolanıp taksiminin, dağıtımının, yapıldığı yer. İstanbul'da su dağıtılan yere Taksim deniyor.) oturan akrabalarına misafir geldiğinde namaz için çoğu vakit bu camiye gelirdi. Her seferinde de:
-    Bursa Ulu Camiinde bulduğum huşuyu İstanbul camile-ı inde bulamıyorum, derdi.
Birgün, duvarlara yazılı hat'ları saaderce inceledi. Kendisi ile iyi bir hattat olduğundan Edirne eski Camiindeki hatlarla karşılaştırdı. Hat erbabı dostlarıyla uzun uzun müzakere etti. O gün derin bir iç geçirerek:
-    Şefik Bey kardeşimin bu şaheseri kadar olmasa da inşallah bendeniz de Ulu Cami'ye yakışacak levhalar yapmak istiyorum, özellikle doğu ve batı kapılarının üstüne iki levha getirmek istiyorum. Akrabası olan adliye serkâtipi Haşim Bey:
-    Öyle bir çalışmanız var mı üstadım, diye sordu.
-    Uzun zamandır elimde tasvirlerini hazırladığım bir yazı
var.
-    İnşallah vaktiniz müsaade eder de bitirirsiniz efendim. Gerçekten de iki sene sonra Abdülfettah Bey yine geldi.
Sevinç ve haklı iftiharı yüzünden okunuyordu. Akrabası Haşim Bey, yanında arkadaşlarıyla Abdülfettah Bey'in arkasından göründüler. Bir yandan ayakkabılarını çıkarıyorlar, bir yandan da yaklaşık 4,5 metre boy ve enindeki iki ayrı levhayı taşıyanlara: "Lütfen dikkatli olun" diyerek ve levhaları tutarak camiden girdiler. O zamanki Hüdâvendigâr Vilayeti Valisi Hüsnü Paşa, Müftü Hafız Abdülkerim Efendi, askeriye komutanımız; caminin vaiz, imam, kayyım, müezzin ve hafızları ve meraldi cemaatle beraberdiler.
Doğu ve batı kapılarının ölçüleri alınarak hazırladığı için levhaların yeri hazırdı. Merdivenle bekleyen neccar ustaları, yükseltip güzel bir şekilde astılar. Çerçeve ebadları hesaplı vezinli bir şekilde yerleştirildi. Göğsünün sağına soluna çok değerli birer madalya asılmış insanlar gibi sevinç duydum. İçim daha bir ışıldadı. Bu caminin bir cüzü olarak, onunla birlikte zenginliğim taçlanmıştı.
Caminin batı kapısı üzerine asılan bu levha, sade cevizden sarı çerçeve içinde, siyah zemine sarı yaldızla yazılmış ta'lik bir hatt idi. Yazılmış mı diyeyim, resmedilmiş mi, harflere sihirli bir hal verilip motif gibi işlenmiş mi? Ne diyeceğimi bilemediğim; ama hat erbabınca; kompozisyonu, istifi, harflerindeki vezni açısından mükemmel bulunacak ve dakikalarca seyredilebilecek ışıl ışıl bir sanat eseriydi. Burç suresinin 21. Ayeti olan "Vallahü min veraihim muhit." yazılıydı.
Doğu kapısı üstündeki diğer levha da; çerçevesi, zemini, yazı şekli, yaldızı ve üstündeki tarihle batıdaki levhanın aynısı idi. Yazılı hat ise orada yazılan ayetin devamıydı. Batıya asılan levhadaki harflerden farkı bazı harflerin daha küçük boyda olmasıydı. "Bel hüve Kur'anun mecid" yazısının üstünde; sağa, ayetin devamı olan "fi levhin mahfuz", sola "Sadakallah ül azim" en alta da hattatın çok şık imzası ve tarih, "Ketebeh-u Abdülfettah 1277 (1860) ser sikke kenan" yazılıydı. Hem mânâsı hem de Abdülfettah gibi zirve bir hattatın hatırası olduğu için 145 yıldır en çok sevdiğim levhalardan biri oldu.

Ulu Cami, tekrar, "En büyük Hat sanatı Müzesi" Oluyor.
Kıyamet-i suğra denen ve benimle birlikte 17 kubbenin çöktüğü o depremde kıymetli pek çok levha düşüp kırılmış ya da kullanılmaz hale gelmişti. "Allah" ve "Muhammed" yazık levhalar da çok yıpranmıştı. Çâr-ı yâr-ı güzin'in; Hz. Ebu-bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali'nin; (radıyallahü anhüm), Peygamberimizin mübarek torunları Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin'in isimlerinin olduğu levhalar da kullanılmaz hâle gelmişti. Üstad Abdülfettah Bey'in camimize teşriflerini fırsat bilen yeni müftü, Birgili Abdülkerim Hoca Efendi, camimizin başimamı Havranlı Hafız Nizameddin Efendi ile beraber:
- Üstadım Lafzatullah ve Lafzayı Muhammed; keza çihar-ı yar-ı güzin ile Hasan ve Hüseyin efendilerimizin isimlerini gösteren levhalar sizin kaleminizden yazılsa, cami-i şerifimize çok yakışır, lütfetseniz. Hem biz fakirler hem de cemaatimiz çok minnettar oluruz, dediler. Üstad hattat, mütebessim bir edayla biraz da mahcup, yüzü yerde, tasdikler gibi başını salladı ve:
-    inşallah efendim, bizim için şereftir; dua ve himmetinizle nasip olur inşallah. Havranlı Hafız Nizameddin:
-    Bunu vaad kabul edelim mi üstadım?
-    Ömür ve sağlığım yeterse, İstanbul'a dönüşümde başlayacağım.
Etrafındaki cemaatten: "Hay Allah razı olsun" "Ne kadar iyi olur" sözleri yükseldi. Bir yılın sonunda Müftü Hafız Abdülkerim ve başimam Havranlı Hafız Nizameddin, cemaatın: "-Hocam levhalardan bir haber var mı?" minvaldeki sorularından yorulmuşlardı. Bir seferinde: "- Evet üç ay önce Abdülfettah Bey, levhaların 4-5 tanesini bitirdiğini, beş-altı aya kadar da hepsini bitireceğini ve yerlerine kendisinin taktıracağını söyledi." dediler.
Aradan bir buçuk-iki yıl geçti. Benim tecrübelerime göre sekiz büyük levhanın yazılması, hele Abdülfettah Bey gibi hem titiz hem de çok yoğun bir üstad tarafından İstanbul'dan getirilmesi için iki yıl çok değildi. Ve iki yılın sonunda 1862'de önce haberi sonra da levhalarla beraber Abdülfettah Bey'in kendisi geldiler. Beni bir heyecan sarmış, cemaatı da tatlı bir telaş almıştı. Müftümüz Abdülkerim Efendi'nin fetvası ile eski levhalar indirilip usulüne uygun halledilip (indirilip), yeni levhalara yerleri hazırlandı. Ustalar yüksek merdivenlere çıkarak sekiz levhayı itina ile yerlerine astılar. Nasıl neşelendim anlatamam.
Muhteşem "Allah" lafzı 230 cm çapında; kenarları siyah çerçeveli, siyah zemin üstüne yaldızla ve çok güzel bir sülüs yazı ile yazılmıştı. Kıbleye doğru duranlar artık mihrap ve minberin sağında kubbe kasnağının altında, zikri kalplerimizi tatmin eder sözü görüyorlardı. "Allah" ismi cehlinin üstünde küçük bir sülüs yazıyla "celle celaluhu" yazık idi. İmza ve tarih yoktu.
Ulu Cami'nin eski hünkâr mahfili yeni kütüphanesi ile doğu kapısı arasında olan, büyükten küçüğe doğru dört "Vav" harfinin iç içe yazılı olduğu çok ilgi çekici bir yazı vardır. Vavlardan sonra yeşil kufi bir hat ile Münafıkun Suresi'nin 8. ayetidir bu yazı.
1650 yıllarında Bursa'ya gelen, her şeyi yazıp kaydettiğini anlattığım, Evliya Çelebi'nin övgüyle: "Nas Suresi'ni, üstat hattat öyle güzel bir çiçek şeklinde yazmıştır ki cümle cihan ressamları toplansa onun gibi bir resim yapamazlar." dediği bir yazı vardı. Batı duvarında 220 cm çapındaki bu yazının ilk yazıldığı zamanı ve kimin yazdığını hatırlamıyorum. Çelebi Mehmed ve II. Murad döneminde, Bursa Camiyi Kebir'iyle Edirne'deki eski caminin içine hüsn ü hatt yazmaya çok önem verildiği zaman yazılmış olsa gerek.
Duvar ve payelere; o kadar çok hattat, o kadar çok Esma, ayet ve sure yazdı ki hatırlamam ve yazabilmem mümkün değil. Abdülfettah Bey, Şefik Bey, Bursalı Mehmed ve Hasan Hüsnü Bey; daha isimlerini sayamayacağım birçok usta ve kalfa depremle çöken kubbelerin ve daha sonra yapılan inşaatın etkisiyle iyice tozlanan silikleşen yazılara tekrar el attılar. Yazıları, evvelki renk ve şekillerine sadık kalarak, yeniden elden geçirdiler. Bu elden geçirmeden sonra Evliya Çelebi'nin sözüne hak verdim.
Mihrabın soluna da aynı ebatta, yine sülüs tarzda, hatemül enbiya'nın; kâinatın yaratılış sebebi, hem çekirdeği, hem meyvesi, Allah'ın en çok sevdiği kulun, pak ismi "Muhammed Aleyhis-selam" yazılıydı. Sırasıyla "Ebu Bekir radyallahu anh", "Ömer radyallahu anh", "Osman radyallahu anh", "Ali radyallahu anh", "Hasan radyallahu anh" ve son olarak da "Hüseyin radyallahu anh" Ketebeh-u Abdülfettah 1279 (yani 1862) yazılı levhalar muayyen yerlerine asıldılar. Zaten, Osmanlı camilerinde, yüzyıllardır bu levhaların yerleri karakteristik olarak sabittir. Bu şekilde sırayla sağlı sollu asılan bu levhalarla cemaate İslâm büyükleri hatırlatıldı. Ben de hazinesine yeni hazineler eklemiş bir hakir ve fakir olarak, İslâm'ı bize lütfeden, bizi huzuruna kabul ederek şereflendiren ve değerlendiren Rabbülalemin'e şükrümü nasıl arttırırım diye düşünürüm.
Önce yazının sınırlarını belirleyen altı adet vav yazdılar. Aslında uygun olarak vav'ların boyuna değmeden kıvrılarak yazılan başlarında çok uğraştılar. Sonra kuyruklarını da daha sonraki vav'a değdirmeden belli ettiler. Sonra içlerine yeşil kufi hat ile ayetler yazdılar. Ortasına kırmızı boya ile daire şeklinde harika bir suyolu işlediler. Daha doğrusu, olan motifi tekrar yaptılar. Suyolunun içine yeşil kufi hat ile zor; ama nefis bir "Bismillahirrahmanirrahim"i bir rozet gibi oturttular. Yine bunun gibi; ama altı vavlı "VeşŞems i ve duhahâ. Vel kameri iza felaha. Vennehârı iza cellâhâ. Velleyli iza yağşahâ. Vessemâi ve mâ benahâ. Velardı vemâ tahahâ" (Güneşe ve onun aydınlığına. Onu izlediği zaman Ay'a. Dünya'yı açığa çıkaran gündüze. Onu bürüyüp saran geceye. Göğe ve onu bina edene. Yere ve onu yayıp döşeyene yemin olsun ki.) ayetlerini, yine içine yeşil suyolu ve yeşil kufi, dairevi besmele yazılmış bir şekilde ortaya çıkardılar.
Nas Süresindeki ayet sonlarındaki sekiz "sin" harfini, yazının çevresini belli edecek şekilde dışarı yayarak, ve içlerine de ayetleri yazarak surenin tamamını duvara yazdılar. İçine dairevi kırmızı renkli suyolu yapıp sonunda içine üç satır halinde yeşil kufi hat ile "Euzu billahi mineşşeytanirracim Bis-millahirrahmanirrahim. Suretin Nas, Mekkiyyetün, sitta ayet (Nas Suresi, Mekke'de indi, altı ayet) yazılıydı. İyice belli edecek şekilde tekrar yazdılar. Hakikaten benzersiz harika bir hat ortaya çıktı
Âh âh dostlar, Ciğerimi yakan bir kaybımı haber vereyim mi? Emsalsiz güzellikteki büyük hat yazılarının, küçük levhalar halinde taklitlerinin yazılması güzel bir gelenekti. Bu geleneğin bir numunesi olan bir levha vardı. Saadettin Bey'in 1284 te (1867) yazdığı; sarı renkli, oymalı, yuvarlak ve 40x45 cm'lik zarif bir çerçeve içinde, mavi zemin üzerine tuğra şeklinde yazılan; üstelik caminin tek tuğra yazısı olan "Şefaati liehlel kebâiri min ümmeti" levhasının taklidi bu küçük levha nasıl güzeldi, anlatamam. İşte bu harika eseri birileri götürdü ve bir daha gelmedi.
Kuzey duvarında müezzin odalarının üstünde 200x470 cm ebadında siyah, kufiden bozma; cami, minare, minber, kubbe şeklinde yazılmış bir yazı vardır. İmza ve tarihi olmadığı gibi yazanlarını ve tarihini ben de hatırlamıyorum. Minareler ve dış avlu şeklinde Allahu Teala'nın salât ve selamı üzerine olsun, Nebi dedi ki: mealinde: "Kalel nebi sallallahu teala aleyhi vesselam" yazılıdır. Tek kubbeli, duvarlı ve üç şerefeli iki minareli bir cami şeklinde "maşaallah" yazısı, onun sonunda da caminin minberini teşkil eden "Berakallah" yazısı vardır. Bunun altında da 170x250 cm ebadında, Peygamberimiz Aleyhisselam'ın: "Vakti fevt olmadan önce namaza acele edin, ölüm gelmeden önce tevbeye acele edin" mealindeki: "A'cilu bissalati kablel fevt ve a'cilu bi tevbeti kalel mevt" hadisi şerifi yazılıdır.
Bu yazıların solunda, duvarda, dipte kalmış 60x120 cm'lik girift bir yazı vardır. Görülmeye ve seyretmeye değer bir şekilde: "Vemâ tevfiki illâ billâh" yazılıdır. Önceki vav ile Tevfik kelimesinin vav5! ters yazılmış. Mim aynı zamanda vaVın başıdır. Bu şekilde batı duvarındaki dev vavvat yazısındaki gibi iki vav iç içe girmiş. Bunun da yazam ve tarihi belli değildir.
Kıble duvarının sağdan ikinci payesinde yazılı olan 110x100 cm ebadındaki yeşil renkli dev bir sülüs 'Vav" vardır ki sadece Bursa'da değil, bütün İstanbul; Edirne ve Tekirdağ gibi şehirlerde, önünde dua edilirse, Hızır'ın karışmasıyla bu duanın kabul edileceği gibi daha nice söylentilerle çok önem atfedilen bir hattır. Altında iki taraflı ve kuyruğunun ucunda çok güzel çiçek motifleri vardır. Hüsn ü hatt yönünde miyar (ölçü) kabul edilen nefis bir yazıdır. Bütün İslâm âleminde örnek alınıp taklid edilmiştir.
Bir gün, alçıdan yapılmış bir levha getirdiler. Talik yazılmış, ayna görüntülü; yani tersli yüzlü bir yazı idi. Üstünde Allah, Muhammed, Meded ya Ali, Fatma, Hasan, Hüseyin yazılıydı. Alt tarafında da üç tane küçük dua yazılmıştı. Uzun zaman kuzey duvarında durdu; sonra o da bilinmeyen bir akıbete uğradı. Şimdi maalesef yerinde yok; yerini bilen biri var mı acaba?
Kıble duvarında, minberin sağında sağdan ikinci kubbe kasnağının altında, 230 cm çapında sülüs hada yaldızlı bir şekilde yazılmış "Allah" lafzı celâli ve üstünde küçük harflerle "celle celaluhu" yer alıyor. Onun altında büyük bir Kabe örtüsü var. Sırmalı; işlemeli, çok kıymetii bu eski örtünün, Yavuz Sultan Selim'in Haremeyn (Mısır) Seferi'nden dönüşte alıp getirdiği örtü olduğu ve Bursa ve Ulu Cami'ye verdiği önemi göstermek için buraya hediye ettiği yüzyıllardır konuşuluyor. Üzerinde tarihini gösteren bir işaret yoktur. Sırma ile işlenmiş ayetler yazılıdır.
Ahşaptan yapılmış iki levhadan daha bahsetmem gerekiyor. Bu levhalar duvardaki payenin sol kenarına ve onun altına asılmışlardı. Örneği çok olmayan bu levhalardan birisi 45 cm çapında, yuvarlak bir çerçeve içinde ahşaptan oymak suretiyle çıkarılmış nesih bir yazı ile tersli yüzlü; yani ayna görüntülü "Allah mufettıh ül ebvab" " Kapıları açan Allah" sözü vardı. Diğeri de 35x66 ebadında talik yazı ile ve siyah zemin üzerine, yine aym şekilde ahşaptan çıkarılarak yazılmış "Şefaat ya nebiyyAllah" sözü vardı. Şimdi maalesef bu levhalar yerinde yoklar. Bu levhaları asıl ait oldukları yere getirsinler. Bunu çok arzu ediyorum.

Bunlar olurken, 1862 yılının nisan ayında, (bir yıl önce vefat eden Abdülmecid'in yerine) Osmanlının 32. padişahı olarak tahta genç, bir okadar da güçlü bir sultan oturdu. Bu, Sultan Abdülaziz'den başkası değildi. Sultan, bir gün, Bursa'ya gezmeye geldi. Yanında yeğenleri, daha sonra ikisi de padişah olacak olan, şehzade Murad ve Abdülhamid de vardı. Edeple ve saygıyla, padişah amcalarının arkasından yürüyorlardı. Devleti Osmanî'nin ihtişamına şayeste, mutantan bir karşılama yapıldı. Abdülaziz, Hünkâr Köşkü'nde kaldı. Vali Hüsnü Paşa, kendi konağını Şehzadelere tahsis etti. Sultan ve şehzadeler (Allah razı olsun) Ulu Cami'yi ziyaret ihmal etmediler. Camide gezerken, yapılan tamirat ve levhalar hakkında bilgi alarak yerinde müşa-hadede bulundular.
1865 yılında Alımed Vefık Paşa vali olarak (ille defa) şehrimize tayin oldu. Sağlık hizmederine olan ihtiyacı görerek, yeni bir hastane kurmaya karar verdi. Hisardaki "Damat Efendi Konağı"nı sann alarak hastane kurmaya başladı. Ancak İstanbul'a döndüğü için teşebbüsü akim kaldı. Hastanenin kurulması ikinci görev dönemine kaldı. Zamanı gelince anlatacağım. 1868 de Bursa'ya kurulan matbaa ile Bursa'nın ilk gazetesi "Hüdâvendigâr", basın ha-yanna başladı. 1869'da Sanayi Mektebi adıyla, bugünkü, Endüstri Meslek Lisesi açıldı. Bu okulun, Bursa'da teknik sanat erbabının yetişmesi ve sanayinin gelişmesine çok katkısı oldu. 1874 yılında ileride tekrar bahsedeceğim, Mudanya demiryolunun yapımına başlandı. Ancak devletin birçok cephede hayati savaşlar yapağı bir döneme denk geldiği için tamamlanamadı.
O günlerde, Ulu Cami kolleksiyonuna iki hat levhası getirdiler. Aman Allah'ım! Ne güzel yazılardı bunlar, bir ayetti bildiğim kadarıyla. Onu önce okumaya sonra anlamaya çalışacaktım. Güzel bir uğraş daha çıkmıştı bana. Altın renkliydi, muhtemelen altın suyu ya da varakayla yazılmıştı. Allah'ım, güzel istiflenmiş harfler nasıl güzel duruyordu yan yana.
Daha sonraki yıllarda onlarca kitaba, binlerce dergiye, gazeteye ve imsakiyeye basılacak bir şaheserdi bu. Kıbleye durduğumuz zaman, mimberin sağına, Kabe örtüsünün soluna gelecek şekilde, yan yana koydular tabloları. Onları okumayı sökmeden rahat olamazdım. Bir bilmece çözer gibi, içinde kaybolmadan çıkılması gereken çizgi oyunları gibi, doğru yerden başlayıp, doğru ilerleyerek tam okuyup anlamam gerekiyordu. Ancak söz; üstteki, ortadaki ya da alttaki harflerle mi başlıyordu; doğrusu hepsinden başlaması da mümkündü. Beni yadırgamayın lütfen, herkes bu şekilde okumaya çalışıyor. Zaten, hat sanatını sevdiren de bu değil mi? Hem göze sanat değeriyle hitap ediyor hem de sökmeye, anlamaya çalışıyoruz. Böylece çok zevkli bir iş haline geliyor.
Sırayla hepsinden başlayıp ilerlemeye çalışıyordum. İki-üç (bazen beş-on) denemeden sonra sağdakini çözdüm. "Va'bud rabbeke hatta ye'tiyekel yakın", "ölüm gelip çatıncaya kadar Rabbine ibadete devam et" diyordu. Bir hazine bulmuşum gibi, sevinç kapladı içimi. Gibisi fazla, bir hazinem daha olmuştu. Şimdi sıra sola düşeni çözmekte idi. İtiraf ediyorum, arif birinden duymasaydım çok zor çözecektim bu tabloyu; çünkü bir söz bütünlüğüne sokamamıştım. Parça parça okuyabiliyor; ancak emin olamıyordum. Dediğim gibi, bu yazıyı bilenlerin okuma-sıyla ancak sökebildim. Bu tabloda Allah, Muhammed, Ebu Bekir, Ömer, Osman, Ali yazılıydı. Ancak her birinin son harfi bir bağlantı ile sonra gelenle temaslandırılmıştı.
Mihrabın solunda titiz hesaplarla bir yazıya başlamışlardı. Harfleri kanaviçe ya da bir mücevherin üzerindeki nakışlar gibi işliyorlardı. Harfler birer birer ortaya çıkıyordu. En üstü belli oldu "La ilahe illallah Muhammed'un Resûlulah" yazılmıştı. O kadar güzeldi ki bundan sonra gelecek bütün hattatlar onu ölçü ve temel alacak bir şekilde yazılmıştı.
Onun altına; harika bir istifle, "İs" den elde edilen ve dünyanın en iyi mürekkebi kabul edilen siyah bir mürekkeple bazı
harfler diziliyordu. Fakat ne yazdığını arılamıyordum. Kırmızı mürekkep ile de tersinden bir şeyler yazıyorlar, üzerinde çok durup tartışıyorlardı. Allah'ım, 2-3 ay süren bu yazmalarda duyduğum merakı size anlatamam. Her gece; üstad, usta, kalfa ve çıraklar gittikten sonra saatlerce kafa yordum ne yazıyorlar diye. Sadece ben değil cemaatten âlim olsun, âmi olsun, merak sahibi herkes bir şeyler söylüyordu.
Bazıları; bunun yazı olmayacağını, resim veya sembolik işareder olacağını; bazıları da anlamsız bir şey olduğunu, beğe-nilmeyip silineceğini söylüyorlardı. Ama bunlar resim, sembol değildi. Çoğunun harf olduğunu çözüyordum. Ama bunlar bir birinin içinden bir asabın içinden bir kılıcın geçtiği gibi, nasıl ve niye geçiyorlardı. Bir de bazıları kesinlikle bizim bildiğimiz harfler değildi. Gerçi bir yönüyle harflere çok benziyorlardı. Ama okuyabilmem, çözebilmem şimdilik mümkün görünmüyordu. "Biraz sabretmem gerekti. Nasıl olsa bitirecekler, bitirdikleri zaman çözerim veya çözüp okuyanlardan duyarım." diyerek kendimi teselli ettim.
Evet, sabretmek gerekiyormuş. On gün sonra tamamen bitirdiler. Etrafına yapıştırdıkları koruyucular; kurutucular, bant ve kâğıtları çıkardılar. Evet/bu harika bir hat idi. İtiraf etmeliyim, en zor okuyabildiğim; hatta okuyanlardan duyarak çözebildiğim yazılardan biri olmuştu. Beni bu kadar zorlayan, yazının ilk kez simetriden; yani tersten geriye yazılışıydı; hem düz hem ters, iç içe yazılışına şahit oluyordum. Gerçekten de muhteşem bir işti. Görünüşü kusursuzdu. Yazılışı nakış işler gibiydi; işlenişi de emsalsizdi.
Onun altındakini daha rahat okudum. Bu, simetrisi içice yazılmış bir besmele idi. Siyah sağdan sola, kırmızı soldan sağa iç içe; hatta harfler kılınçın tahta veya kumaştan geçmesi gibi birbirini delerek ama hiç bir intizamsızlık olmadan geçerek yazılmıştı. Bu kadar ölçülü ve hatasız yazmak ancak Türk hattatlarının işi olabilir diye övündüm. Bu eser, benim de bir parçası oldur m M Ulu Camide olduğu için çok sevindim.
O gün, şehrin en zenginlerinden olduğu söylenen Hüseyin Ağa'nın "yedisi" imiş. Asırlardır binlercesini dinlediğim mev-lidlerden birini daha dinledim cemaatle beraber. Mevlidhanlar gönüllü ve içten okudular. Ünlü kişilerin mevlidlerinde böyle oluyordu. Halkın en beğendiği ve içinden tekrar ettiği beyitlere geldiler; "Merhaba ey Ali sultan merhaba, Merhaba ey kani irfan merhaba. Merhaba ey sim Furkan merhaba. Merhaba ey nuru Rahman merhaba. Merhaba ey padişahı dü cihan, Senin içün oldu kevn ile mekân. Sensin ol sultanı cümle enbiya, Nur i çeşm i evliya vüaşfiya."
Hat levhaları toplanarak ve duvarlardaki eski kıymetli yazılar yemlenerek; ya da yenileri yazılarak 1870'li yıllara ulaştık.