Bursa Tarihi
Bursa ve Çevresi
Bursa'da Tarihi Yapılar
Bursa'ya Dair
Bursa'da Ünlü İnsanlar
Bursa Müzeleri
Bursaspor
Bursa Doğal Güzellikler
Uludağ ve Dağ Turizmi
Bursa Kaplıcaları ve Termal Turizm

BURSA'YA DAIR | BURSA'DA GEÇMIŞTE KALANLAR

Bey Sarayı

Halk arasında "Bey Sarayı" denilen bir yer 130 yıl Bursa ve Osmanlının merkezi oldu. Beş sultana "evlik" yaptı. Edirne feth edilip, 1368'de Edirne'ye de saray yapılınca Bursa'daki sarayla beraber idari merkez olarak çalıştı. Bursa sarayı Kostantinopol’ün fethine kadar aralıksız, sonra da belli aralıklarda padişah ağırladı.Fakat bu saray yıkılalı asırlar oldu. Şimdi orada ne olduğunu, yeri kaybolduğu için, Bursalılar bile bilmez.Şu anda Tophanede Ordu evinin olduğu yer o zamanlar bahsedilen yer idi.

Anibal Çeşmesi

1520 yıl önce planını Kartacalı komutan Anibalın yaptığı hisarın tam ortasında bulunan ve etrafı açık olan, "Anibal çeşmesi" vardır. O meşhur çeşme, 1960 senesine kadar vardı, açıktaydı; şimdi 3-4 katlı bir binanın altında kaldı. Ancak yeri biliniyor


Bacıyanı Rum

Türkler Bursa’nın fethi ile beraber imar ve iskân ile yaşanabilir güzel bir yurt yapmak için çalışmalara başladılar. Nilüfer, Yarhisar ve Bilecik'ten Bursa'ya birçok aile getirtildi. Orada erkekler yokken kalenin güvenliğini sağlayan, gerektiğinde kılınç çekip döğüşebilen kız arkadaşları da gelmişlerdi. Bu kadınlara Bursa’dan da katılanlar oldu; "Bacıyanı Rum" olarak anılmaya başladılar. 


eş-Şeceretül Numani, Fid Devletil Osmanî

Farabî'nin 940 yılında yazdığı "Füsûlü'l Medeniye", Nizâmü'l-mülk'ün "Siyasetname", Fahreddin Râzî'nin kelam ilmi şaheseri "Muhassal", Mevlânâ Celâleddîn Rûmî'nin, "Fîhi mâ lilı" gibi çok değerli kitapların yanında, ümmetin ışığı, büyük velî Muhyiddin Arabi'nin de bir kitabı çıkmış. "Her kitap en az iki üç defa okunduktan sonra anlaşılır" diyen Edebali, Muhyiddin'in bu kitabına ziyadesiyle ehemmiyet verip, onlarca kez tekrar okuduktan sonra "Sırrım bir nebze anladım." demiştir. 
Muhyiddin-i Arabi, bu büyük keşşaf ve âlim, Osman Gazi beyliğin başına geçmeden 70 yıl önce yazdığı bu kitaba, "Eş şeceretül Numani Fid devletil Osmanî; yani Osmanlı Devleti soyağacı, silsilesi" ismini vermiş. Edebali'nin, Ertuğrul  Beye ve oğlu Kara Osman'a çok sevgisi vardı. Osmancığın beyliğin başına geçmesi için çok çaba harcadı. O'na doğruluktan ayrılmaması için hep nasihat etti. Her adımını izledi; ışık tuttu, yön verdi, pehledi. Kızını vererek O'nunla akrabalık kurdu. Bazen haber, bazen akıl verdi. Son Selçuklu sultanının Osman'a
sancak, tuğ, davul vererek onu müstakil bey yapmasını, Osman Bey'in de bütün düşman tekfurlukları bir bir dize getirip kaleleri feth etmesini Selçuklunun yerine doğacak olan yeni devletin  işaretleri kabul etti.
Muhyiddin-i Arabi'nin kitabına bu ismi vermesini şeyh Edebali  hayra yorup, yıllardır onun bu keşfinin tahakkuku için dua edip beklemiş. 
Bu kitabın, büyük bir kerametle, "Devlet-i Osmanî namıyla büyük bir devletin kurulacağını, uzak yerlere değin hâkimiyetini salacağını, uzun ömürlü olaca¬ğını yazdığını söylüyor.Gelecek sultanların silsilesini de kitabına yazdığını belirtiliyor. 
Yüzyıllarca bu kitap bilenler tarafından hep arandı. Düşmanlar peşini bırakmadı. Şehzadelerin, onların lalalarının, valide sultanların gelecek sultanın adını anlamak için ulaşmaya çalıştıkları bir hazine oldu. Ulaşanların da bir imâ, bir isim, bir ebced hesabı tutması gibi işaretler aradıkları sır ve "ihbar-ı gaybi" dolu bir hazine. Yüzyıllar içinde bu kitabın uydurma nüshaları çıktı, hayâli hesaplar, imâlar çıkartıldı. Düşmanların eline geçmemesi için kaçırıldı. 
Padişahlar birkaç senede bir, zamanın en büyük âlimine bu kitabı vererek kendilerine işaret eden imâları, ebcedleri bulup çıkarmalarını ve kendinden sonraki sultana işaretini göstermelerini isterlerdi. Alimler uzun metinlerden bir cümle ya da kelime ile imâ bulmaya çalışırlar ve çok gizli bu bilgileri padişahla paylaşırlardı; Mesela Kanunî, kendinden sonra oğlu Selim'in torunu Murad'ın geleceğini bu kitaptaki işaretlerle anlamış derlerdi.

 

Bursa'da Atçılık
Gençler at yetiştirmeyi sever ve atlara çok zaman ayırırdı. Atlar da sahiplerine o kadar alışırdı ki sahibinin, ne zaman ne yapacağını bilir, ona uygun davranırlardı. Atlar hakikaten akıllı ve duygulu hayvanlar. Sahiplerini görünce, sevinç hareketleri yapar, neşeli sesler çıkarırlar. Başlarını düzenli aşağı-yukarı sallar, sağ ön ayağını yeri deşiyormuş gibi oynatır dans ederdi. Seyredilmeye değer bu hareketler çok sevindiklerini gösterirdi. Süvarisi düşse veya yaralansa başından ayrılmayan, sahibi öldüğünde yemden kesilip ölen at çok olurdu.
Savaş ya da sulh zamanları için yüzlerce, binlerce at yetiştiri¬lirdi. At bakıcılığı en iyi ve itibarlı mesleklerdendi. En çok iş yapan esnaf ve zenaatkarlar; üzengici, koşumcu, semerci, palancı, nalbant ve baytarlardı. İyi bir at, en büyük hediye kabul edilirdi. At çalma, başka hırsızlıklara göre daha büyük bir suç sayılırdı. Çerkezlerde ise, bir at çalma çetin bir iş olduğu için gencin yetişkinliğe erdiğinin belgesi sayılırdı. Atı çalanın ailesi, çocuğunu kutlar, atı da sahiplerine bir merasimle hediyelerle iade ederdi.

Bursa'nın Çamuru

Şimdiki Ulu Caminin olduğu yerde bahçeler ve sadece birkaç ev vardı. O çevredeki çamur problemi yıllarca sürdü.Bursa bugün olduğu gibi her zaman hızlı büyüdüğü için Bursa'nın çevresinde çamur hiç eksilmedi. Yerleşime yeni açılan yerlerde, dere taşlarıyla yol yapılıyordu. Ancak kışın kar ve yağmurla yapılan o yollar gene toprak altında kalıyordu. Çarşı esnafı ve "Ahîbaşı" ile "Subaşı" gerçekten çok uğraşıyordu ama anlattığım gibi bir meskûn mahalin çamur meselesi bitse yeni bir yer iskâna açılıyor ve bu yol-çamur problemi devam ediyordu.
Orhan Bey külliyesinin çevresi taş döşenerek sabitleştirildi. Ancak yollardaki taşlar dışında her yer çamur oluyordu. Bazen yağmur, kar sularıyla yavaş yavaş bazen de seller sebebiyle yollar kayboluyordu. Tekrar tekrar dere taşları döşeniyordu. Yeni
yerleşilen mahalleler ya da han-cami gibi yapıların çevresi üç beş yılda çamurdan kurtarılıyordu. Ama genişleyen şehrin ve uzak
yerlere açılan yeni yerleşimlerin yolları özellikle kışın çok çamur oluyordu. O asırlarda çamura batıp saatlerce kurtulmaya çalışan kervanlar; atlar, eşekler oluyordu. Herkes ayağına çarık giyip ya da deri sarıp yürüyordu; at ve eşeklerin ayağına da nal takılıyordu.Taş döşeli yollara ya da han gibi yerlere girerken, ayakların çamuru, her yerde bulunan çeşme ve yalaklarda temizlenerek
giriliyordu.

Bursa'nın Yokuşaları

Bir de yokuşlar var... Ovadan Bursa'ya doğru gelen yolların hepsi uzun ve yokuş yollardı. Gelen kervan, atlı ya da yayaların ,şehre gelinceye kadar bu yokuşlarda canları çıkıyordu. Yazın sıcaklarında, güneşin kavurmasından kurtulabilmek için ağaç gölgelerine sığınarak ilerliyorlar, bazen de bir çeşme başında sulanıp serinleyerek şehre ulaşmaya çalışıyorlardı. Sonunda Bursa'yı çevreleyen hisarlara ulaşıp kapıdan geçince cennete girmiş gibi oluyorlardı. Kan ter içinde kendilerini hanların serin avlularına atıyorlardı; Şehrin içindeki yokuşlar da ayrı bir hikâyedir. Kırk merdivenler, altmışmerdivenler, hisar ve çekirge yokuşları sonra Hüdavendigâr, Yıldırım ve Muradiye, Yeşil ve Emir Sultan'ın, Keşiş Dağı'nın katır çatlatan yokuşları, Bursa'nın asırlarca hep yokuşlarla beraber anılmasına sebep olmuştur.

İznik Çinisi

İznik Kadısı Hacı Özbek de İznik'e güzel bir cami yaptırdı. Ayrıca İznik'in dört kapısından gelen dört yolun kesiştiği meydandaki Ayasofya kilisesi, Fatih Camiine çevrilerek yanına minare yapılmaya başlandı. İleri yıllarda Murad, İznik'e güzel bir hamam yaptırdı. İznik hızla Türk eserleriyle mamur hale geliyordu. O hamamın erkekler kısmı hâlâ ayaktadır. Kadınlar kısmı ise zamanımızda Çini atölyesi olarak kullanılıyor. Kütahya'dan, Sivas'tan çini ustaları gelerek İznik'e yerleşiyorlar ve Selçuklu çiniciliğini geliştirerek yaşatıyorlardı. İznik'i seçmelerinin sebebi, toprağının çini yapımına uygun oluşundandı. İznik'in meşhur çinileri, kurvarslı topraktan süzülmüş çamurdan 3500 derece ateşte taş fırında pişirilerek yapılıyordu, iznik'e özel mavi-yeşil, firuze renkli çiniler, kükürt kokulu yeşil taşlarının, un gibi yapılıp çininin sırları içine konulup öyle pişirilmesiyle meydana geliyordu.

Osmanlı'da Giyim Kuşam

      O zamanın resmi kıyafeti olan kaftanlardı.Kaftanlar giyenin gücünü sembolize ederdi. Bu yüzden zamanın en kıymetii kumaşlarıyla yapılırdı. Daima giyene göre biraz daha büyük ve geniş hazırlanırdı. Amaç, sultan ve etrafının haşmetine haşmet katmaktı. Önü açık, dik yakalı, cepli, yanları yırtmaçlı olurdu. En çok kullanılan kumaş, ipekten sık dokunan, sert ve parlak bir kumaş olan Atlas'tı. En değerli kumaş, "Seraser" idi. Dokumasında saf veya ılım alaşımlı gümüş tel kullanılırdı. Kemha, daha çok kadifeye benzerdi ve Bursa ve Amasya dışında pek dokunmazdı. Bu kıymetli kumaşlar elmas zümrüt gibi mücevherler ile süslenirdi.

       Kış aylarında kaftanın üstüne kürk giyilirdi. İstanbul saraylarına geçtikten sonra kaftanların süsleme ve mücevherleri daha da artmıştı. Avrupa, Mısır, Bağdat saraylarında bu şaşaalı kaftanlar konuşulur ve taklid edilirdi. Herkes mevkiine göre giyinmek zorundaydı. Üst rütbelilerden daha değerli kaftan giyilmezdi.
Daha alt rütbeli görevliler "Hilat" denilen kıyafederi giyerdi. Giyecek kişinin zevkine göre en çok yeşil, mavi, kırmızı ve eflatun renkli kaftan ya da hilader kullanılırdı.

       Halk bu şaşaalı kıyafetleri, boylarının, devletlerinin gücünü dosta düşmana ilana yarayan bir gösterge olarak görür, bundan rahatsız olmazdı. Hatta kendilerine de bir pay çıkararak mutlu olduklarını görüyordum. Uzaktan yakından gelen dost düşman herkes, Osmanoğullarının "Purusa"nın alınışından 54 yıl sonra ulaştıkları bu zenginlik ve haşmetine" hayret ediyordu. "Çalışkan, dürüst, ne istediğini bilen insanların bu bereketli topraklardaki ziraat, hayvancılık, Dirliklerden gelen vergi, ganimeder ve ticaretle böyle zenginleşmeleri normal." ya da "Osmanoğulları zaten zengindi.", "En önemlisi birlikleri, birlikleri." diye söyleşiyorlardı.


Şeyhi ve "Harname"(Eşekname)        

      Asıl adı Yusuf Sinanüddin olan Germiyanlı bir hekim. Kütahya doğumlu; ancak İran'da tıp ve tasavvuf eğitimi almış. Kütahya ve Amasya'da iyi bir hekim olarak ünlenmişti. Çelebi Mehmed'in davetiyle Bursa'ya geldi. Bir zaman Saray hekimi olarak Bursa'da yaşadı. Çelebi Mehmed'i defalarca tedavi etmişti. Çelebi Mehmed'in kendisine dirlik olarak Kütahya yakınındaki Tokuzlu köyünü vermesi üzerine oraya yerleşmeye çalışmışsa da köylülerin kendisini dövmeleri üzerine, öküzlere (zengin toprak sahiplerine) özenen bir eşeğin (Kendi halinde fakir bir insanın) başına gelenleri mizahi bir dille anlatan meşhur "Harname (Eşekname)" adlı şiirini yazdı. Mahlas olarak ta "Şeyhî" ismini kullandı. Yaşamış olduğu yüzyılın sanat ve edebiyat seviyesini gösteren önemli bir eser bırakmış oldu.

          Sonra tekrar hekimliğe dönen Hekim Sinan (yani Şeyhî) İkinci Murad'ın da saray hekimi oldu. Hatta dini, tarihi ve edebi zengin bilgisiyle sultan'a musahiblik (sohbetçi) de yaptı. Sohbet¬lerde anlattığı Hüsrev u Şirin'i, bizzat Sultan Murad'ın isteğiyle Türkçeye çevirdi. O dönem divan edebiyatının gelişmesinde önemli bir isim oldu. Şeyhî, ayrıca tıbba ait Kenzül Menafi (faydalılar hazinesi) ve Habname adlı ilaç yapımını anlatan eserler yazdı. 1431 yılında vefat edip Kütahya Dumlupınar Beldesindedir.